Pazartesi, Eylül 17, 2012

Voyage to the Bottom of the Sea (1961)

Çekildiği tarih, ismi ve kapağı ile şahsım için son derece vaatkar bir filmdi bu. İzledikten sonra hakkında bir şeyler yazmak zor, nitekim filmi sevip sevmediğime bir türlü karar veremedim.

Resimdeki dvd kapağına yakından bakarsanız "Global Warming Edition" yazdığını göreceksiniz. Küresel ısınma tabirinden epey önce çekilen bir filmi, küresel ısınmayı öngördüğü fikri ile pazarlamaya çalışmışlar, belli ki.

Filmde her nedense dünyayı çevreleyen "Van Allen" kuşağı alev alıyor. Neden alev aldığı meçhul olan bu radyasyon bandının, oksijen olmadan nasıl alev aldığnı sormanın anlamı yok : Filmin olayı o değil.

Jules Verne'e açık bir gönderme var. Müthiş Denizaltı Nautilus'a bir öykünme olduğu gibi, dünyanın anlayamadığı dahi kaptan da tipik bir Verne karakteri.

Filmin gerilimi de bu karakter üzerinde kurulmuş: Amiral Nelson yetmiş derecelere kadar ısınmış olan dünyayı nasıl kurtaracağını iyi bilmektedir. Belirli bir tarihte ve belirli bir yerden atış yaparsa kuşağı vuracak ve dünyayı yok olmaktan kurtaracaktır. Ancak çoğunluk, kuşağın kendiliğinden söneceği, asıl onu vurmaya kalkışılırsa bunun bir felaketle sonuçlanacağı görüşündedir.

Sonuçta Nelson bildiğini okuyacaktır, ancak en yakınlarını da karşısına almak pahasına planını uygulayabilir.

Denizaltı planlanan tarihte planlanan yere ulaşabilmek için mayın tarlası, dev ahtopot gibi çeşitli tehlikeler ile yüzleşecektir.

Dolayısıyla bir serüven için gerekli tüm ögeler bir arada olduğu halde, bunları bir araya getiren sağlam bir mesnet olmadığından, filmi kolay kolay hazmedemiyoruz.

5/10

The Incredible Shrinking Man (1957)

Sırasıyla önce böcek ilacı, sonra da radyasyona maruz kalmak gibi akıl almaz bir sebeple küçülmeye başlayan Scott Carey'in hazin hikayesi.
Giderek küçülen Carey, bilim adamlarının getirebildiği tek çözümün etkisi de kalıcı olmayınca, giderek umutsuz bir mücadeleye dalar.
Şartları ağırlaştıkça hayata daha çok tutunan Carey'in verdiği akıl almaz mücadelenin finalde dini bir aydınlanma ile çözüldüğünü görürüz.
İlk okumada bir macera filmi, ki evin kedisiyle, özellikle de bodrumdaki örümcekle mücadelesi, değme uzay filminin marslılarından kat be kat iyidir!
Az daha kurcalayınca bilim / din ikiliği, en yakınlarından destek görememesi filan var. Karısının abisi ile evi terketmesi manidar.
Finale dönersek, boyu küçüldükçe boyundan büyük laflar etme oranı artan Carey'nin örümcekten nefret etmediğini söylemesi, sonradan korkularından tamamen sıyrılması, Tanrı'nın gözünde yarattıklarının büyüklüğünün hiçbir önemi olmadığına inanışı, konuşmasını, ve filmi de , "I Exist" diye bitirmesi, pratikte bize bir şey katmasa da, filme yakışan tek final olmuş. 
Filmin meşhur afişinin yanıltıcı olması dikkatimi çekti: Örümcek ile mücadelesi öyle kitap ciltleri üzerinden filan değil filmde. Bodrumda, bayat bir ekmek için daha çetin şartlarda bir mücadele izliyoruz.
Yazar Richard Matheson. Senaryo da kendisine ait. Yazarı "Ben, Efsane" ile biliyoruz. Ben, Efsane'yi çoğumuz 2007 yapımı Will Smith'li uyarlamadan biliyor. Bazılarımız aynı romanın Charlton Heston'lu 1971 tarihli uyarlaması The Omega Man'i, hatta Vincent Price'lı 1964 yapımı The Last Man on Earth'ü biliyordur.
Romana gelince, İthaki'nin "Ben, Efsane" isimli baskısından çok evvel, Afif Yesari çevirisi ile Milliyet Kara Dizi'deki yerini almıştı: http://www.cinairoman.com/seriler.php?d=1,16,243&item=12216

8/10

Call of the Blonde Goddess (1976)

 Yarı çıplak Haiti yerlilerinin kumsaldaki dansı ile açılan film, hepten çıplak bir sürü insanın caz eşliğinde tavuk filan öldürüp dans etmesi ile devam edip, aslında bir de konusu olduğunu farkettiğimiz final bölümü ile sonlanıyor.
Fazla acımasız olduğunun farkındayım, ama ünlü yönetmen Jess Franco'dan izlediğim ilk film, tam bir hayal kırıklığı oldu.

Filmin çok kolayca özetlenebilecek öyküsü şöyle :
Çok da tanımadığı kocasını beyaz atlı prensi olarak addeden Susan, Haiti'ye taşınır. Nemfoman görümcesi Olga ile kısa sürede ortama alışan kızcağız, kocasının yardımcısı Ines'in kendisini davet ettiği Voo Doo ayinlerine katılıp insan öldürdüğüne dair rüyalar görmeye başlar. Zamanla bu cinayetlerin rüya olmadığına, trans halinde cinayetler için kullanıldığına kanaat getirir. Foyası ortaya çıkan kocası ve iş çevresi de çıkarlarına alet ettikleri Voo Doo tayfasının intikamına maruz kalır.

Franco işbu öyküyü üç ayrı filminde işlemiş :
Les cauchemars naissent la nuit (Nightmares come at night) - 1970
Voo Doo Passion ya da Call of the Blonde Goddess - 1976
ve Mil sexos tiene la noche (Night of 1,000 Sexes) - 1984

197 film yönetmiş biri için az bile işlemiş. Dediklerine göre üç filmin en açık saçık olanı bu ikincisi imiş; oysa üçüncü film de ismine bakılırsa aşağı kalır cinsten değil.

Notu 2 verdiysem müziğin hakkını verebilmek  için :


2/10


Pazar, Ekim 28, 2007

McBride: Anybody Here Murder Marty? (2005)

McBride: Anybody Here Murder Marty? (2005)
(McBride: Aranızda Marty'yi Öldüren Var mı?)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

Bu bölüm Tune in for Murder'a kurbanın kimliği açısından ziyadesiyle benziyor. Bu sefer bir radyo stüdyosu değil, TV stüdyosundayız. Kurban yine konuklarını rezil ederek prim yapan bir sunucu. Yine tehdit eden biri var, ancak bu sefer küçük düşürülmüş olan bir konuk bu. O günkü programında sevgilisi tarafından en yakın arkadaşı ile boynuzlandığı ifşa edilen genç cinayet yerinde eli kanlı vaziyette yakayı ele verince onu temize çıkarmak da McBride'a düşüyor.

Tabii McBride müvekkilini kurtarırken katili yakalamayı da ihmal etmiyor. İşin içerisinden haklılığı da su götürmez bir intikam öyküsü çıkıyor. Katil de filmde gördüğümüz karakterlerden biri; yani klasik polisiyenin olmazsa olmazlarına da ters düşmeyen bir hafiyelik faaliyetini izliyoruz.

McBride gerçekten, modern CSI benzeri suç dizilerinden sıyrılıp, klasik polisiyeye yakın duran senaryoları ile ilgiyi hakediyor.

6/10

McBride: Tune in for Murder (2005)


McBride: Tune in for Murder (2005)
(McBride: Cinayet Tonu)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

Efendim bu sefer bir radyo spikeri öldürülmüştür. Öldürülen spiker, bizim Okan Bayülgen gibi, arayanları aşağılamak gibi bir mizah üreten, her ne hikmetse kitlelerin de arayıp rezil olmaktan vazgeçmedikleri biridir. Sadece işi gereği değil, özel hayatında da kimsenin sevmeyeceği türden ukela bir şahsiyet olan Ron öldürüldüğünde, tam da o gün kendisini tehdit etmiş olan program ortağı Bob'tan şüphelenilir. Nitekim Bob, cinayetten hemen evvel Ron'un evine gitmiş, polise de oradan kaçarken yakalanmıştır.

McBride zor davaları sevdiği için işi alır. Ron'un ölümünde Bob'a düzenlenen komployu açığa çıkarmaya da muvaffak olur.

Öykü ilk başlarda Akba Polisiye Serisinin ilk romanı olan, R.L. Goldman'ın Mikrofonda Cinayet'ini hatırlattı bana. Ama gizemin çözümü Goldman'den ziyade Agatha Christie'yi çağrıştırıyor. İşin içinde bir şantajın olması, bir çok Christie polisiyesindeki gibi, McBride serisinde de cinayet sebebi olarak sıkça kullanılan bir yöntem.

Kısıtlı sayıda şüpheli şahıs, her birinin cinayet için bir sebebi varmış gibi görünmesi; McBride senaryosuna gerçek bir klasik polisiye roman havası veriyor. Başarılı...

7/10

McBride: The Chameleon Murder (2005)











McBride: The Chameleon Murder (2005)
(McBride: Cinayet)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

McBride serilerinin bu ikinci bölümü, ilkine göre biraz daha zayıf kalıyor. Bu sefer kurban üç ayrı yerde üç ayrı evlilik yapmış olan, esrarengiz bir kadın. Kadın gece bir kocasının evinden bir başkasınınkine giderken arabasında boğularak öldürülüyor; suçlu olarak da o gece arabasına aldığı otostopçu genç erkek hastabakıcı tutuklanıyor. Bu genç, çalıştığı hastanede herkesçe sevilen yufka yürekli bir şahsiyettir; iş arkadaşlarından biri de onun katil olduğuna inanamadığı için eski tanışı McBride'ı devreye sokar.
McBride'ı epey güç bir dava beklemektedir; zira kadının el çantası, içindeki paralarla birlikte gencin evinde, parmakizleri de arabanın içinde bulunmuştur. Ama çözüm zannedildiği kadar güç olmaz; katilin de mesleği icabı yakayı bu kadar basitçe ele vermesi inandırıcılıktan uzak kaçar.

4/10

McBride: Murder Past Midnight (2005)


McBride: Murder Past Midnight (2005)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

Hallmark'ın McBride filmlerinin ilki sanıyorum. Serinin Perry Mason TV dizisine çok şey borçlu olduğu söyleniyor. McBride serisi hakikaten Erle Stanley Gardner'ın meşhur avukatını anımsatıyor. Sanırım esas benzerlik, McBride'ın savunma avukatı olduğu halde detektif gibi çalışması; müvekkillerinin masumiyetini kanıtlarken aynı zamanda gerçek suçluyu da adalete teslim etmesi.
McBride pekala Perry Mason'ı aratmayacak, belki daha da sevimli bir karakter. Yardımcısı Phil Newberry de sevimli bir genç; ama elbette Della Street'in yerini tutmaz!..

Bu ilk bölümde McBride, yardımcısı Phil ile henüz tanışmamış durumda. Zehirlenerek komaya giren yaşlı Craig Harriman'ın genç ve güzel hanımı Claire zan altındadır. Claire'i savcılıkça atanan genç avukat Phil Newberry davayı oldukça başarısız bir şekilde ele alır. Yaşlı zenginin mirasına konmak üzre onu öldürmeye teşebbüs eden genç seksi kadın klişesine herkes inanıyor olsa gerek ki; jüride 12 kişi Claire'i suçlu bulmakta tereddüt etmez. Jüriye çağrılmış olan McBride ise ikna olmamıştır; dolayısıyla dava sonuçsuz kalır.

Dava tekrar açıldığında bu sefer avukat McBride'dır; Phil Newberry de savcılıktan istifa edip kendisini işe alması için McBride'ı ikna eder. Beraberce olayın gizemini yavaş yavaş çözerler.

7/10

Jane Doe: The Harder They Fall (2006)


Jane Doe: The Harder They Fall (2006)
(Jane Doe: Zor Yıkım)
Y: Lea Thompson
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses

Jane Doe'yu oynayan Lea Thompson, bu bölümle birlikte yönetmenlik koltuğunu da devralmış. İlk yönetmenlik denemesi. Serinin de görece eli-yüzü düzgün bölümlerinden biri. Bunun için senaristi kutlamak lazım.

Bir şirketin kötü üne sahip patronu, Melville Horning, yatından denize düştüğünde, onu korumakla görevli eski CSA ajanı Jim Monroe, olay esnasında sarhoş olduğu öne sürülerek işten atılır. Monroe CSA'den de içki bağımlılığı yüzünden atıldığı için kimse bunu garip karşılamaz; hatta eşi tarafından da terkedilir. Melville Horning güya bu tatsız kazadan kurtulmuş; ancak 2 gün sonra (yine boğularak) öldüğü ilan edilir. Monroe bu işin içinde iş olduğunun farkındadır; zira bu iki gün içerisinde Horning'in ortakları şirketteki paylarını satarak haksız kâr elde etmişlerdir. Eski patronu Frank Darnell'den yardım ister; o da elbette Doe'dan...

5 / 10

Film: Jane Doe: The Wrong Face (2005)

Jane Doe: The Wrong Face (2005)
(Jane Doe: Yanlış Yüz)
Y: Mark Griffiths
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses

Yanlış Yüz'e serinin zayıf halkalarından biri desek; diğer halkaların güçlü olduğu yanılgısını verir diye korkuyorum. Diğer bölümler vasat, bu hakikaten kötü diyelim.
Yanlış Yüz'de Yüz kadar Yanlışlık vardır kesin. Bir savcı, bir uyuşturucu dağıtım şebekesinin liderini içeri almış; ancak yüz gerdirme ameliyatından sonra taburcu edilmek üzre olan karısı kaçırılıp kendisine şantaj yapıldığı için, kötü adamlara pabuç bırakıp davayı düşürme noktasına gelmiş.
Olay CSA'e, CSA de kırtasiye işi dışında birşey beceremiyor olsa gerek ki, oradan da bizim Jane Doe'ya aksediyor. Neden bu dava, resmen şantaja maruz kalan savcıdan alınıp başkasına verilmiyor, belirsiz. Savcının karısının kaçırılması da komik: Yerine nedense birini koyuyorlar; nasılsa yüzü sarılı ya... O da kaçmak için nedense bir eve getirilip yüzü açılana dek bekliyor; kaçışı heyecanlı olsun hesabı.
Neyse bizim Jane Doe, kimseden izin almadan kurdun inine giriyor ki, yüreğimiz sıkışsın; son andaki başarı daha bir değerli hale gelsin.

Safsata, ama daha kötüsünü de gördüm. O yüzden:
2/10

Pazartesi, Ekim 15, 2007

Film: Jane Doe: Til Death Do Us Part (2005)


Jane Doe: Til Death Do Us Part (2005)
(Jane Doe: Ölüm Bizi Ayırana Dek)
Y: Armand Mastroianni
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses


Azılı bir İtalyan-Amerikan mafya babası, işlediği cinayeti örgütünden birinin ispiyonlaması üzerine Frank Darnell tarafından yakalanıp hapse atılıyor. Jane Doe filmlerinde genelde alışık olduğumuz üzre, çarpıcı bir giriş: adamın hapisten kurtulma planı... Yani senaryo yine başarılı bir girişle açılıyor; ama maalesef öykünün gidişi aynı başarıya ulaşamıyor.
Doe bu sefer hapisten kaçan Angelini'nin peşine düşüyor. Biraz fazlaca şanslı olmasının, biraz da burnunun dikine giden ukala yaradılışının faydasını görüyor, elbette mutlu sona ulaşıyor. Serinin bu bölümünde, Jane Doe'nun kocasının sandığımız kadar saftirik olmadığını görüyoruz. Bir oyuncak şirketinde bulmaca yapımından görevli sandığı karısını, oyuncak şirketinin patronu sandığı Darnell ile bir arada görünce azıcık ayıkıyor; dolayısıyla öyküye bir de yan-öykü katacak şekilde mızıkmaya başlıyor.
Bu arada Angelini'nin çevresinde, kendisini ispiyonlamaya aday bir çok kişi olduğunu öğreniyoruz; bu bölümün temel bilmecesi de kimin ispiyoncu olduğu zaten. Angelini, herkesin umduğu şekilde ülkeden sıvışmayı erteleyip intikam peşinde koşuyor; finale hava katacak godfather jestlerinin de altından kalkmayı biliyor.
Öykü bir ölçüde sürükleyici, kamera çekimleri bir parça daha göze hoş görünecek cinsten. Lunaparkta öldürülen muhbir mesela...
Jane Doe her zamanki kadar itici; Lea Thompson'ı bu rolü için kutlamak lazım.
4/10

Film: Jane Doe: Now You See It, Now You Don't (2005)

Jane Doe: Now You See It, Now You Don't (2005)
(Jane Doe: Bir Varmış, Bir Yokmuş)
Y: Armand Mastroianni
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses


Şimdi efendim, Hallmark Channel'ın "Jane Doe" diye bir TV filmleri serisi var. Bu Jane Doe, Amerika'nın CSA, yani Central Security Agency'nin Los Angeles departmanında vakt-i zamanında ajanlık yapmış olan Cathy Davis'in takma ismi. Esasen kimliği belirsiz ölü kadınlar için kullanılan bir terim bu. Aynı kimliği belirsiz ölü erkekler için kullanılan "John Doe" gibi.

Buy Cathy Davis, aynı zamanda CSA'in esas adamı Frank Darnell'in de sevgilisi iken, her nasılsa hem adamdan, hem örgütten ayrılıp Jack Davis ile dünya evine girip, üstüne de iki çocuk (biri kız biri erkek) peydahlıyor; Amerikan sit-com'larını aratmayacak mutlu bir aile yuvasına kavuşuyor. Yine de içindeki bilmece çözme merakını yenemeyip, ara ara Darnell'in yardımına koşuyor.

Koskoca CSA, başı her sıkıştığında bu itici derecede özgüvenli kadını yardıma çağırıyor; kadın da her seferinde CSA'in burnunu b.ktan kurtarıyor, egosu şişim şişim şişiyor. Her nasılsa bütün bunlar esnasında kocası ve çocukları birşeyden de şüphelenmiyorlar.

Bu bölümde, ABD bağımsızlık bildirgesi çalınıyor, Frank Darnell bizim hatunu arıyor, Jane Doe da buluyor.

Filmin başı epey vaatkar: sergilenmek üzre Los Angeles müzesine getirilen bildirge, güvenlik görevlilerinin gözleri önünde birden kayıplara karışıyor. Yani bir impossible-crime havası var; hakkını yememek lazım. Ama öykü kolayca çözülüp, basit bir soyguna dönüşünce, filmimizin ne de olsa bir TV polisiyesi olduğunu hatırlıyoruz; üstelik Jane Doe karakterine katlanmak da kolay değil.

Koskoca Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi kaybolup da, örgütten ayrılmış ve sabahları çocuklarına kahvaltı hazırlamak, akşamüstleri de onları okuldan almak zorunda olan bir kadına muhtaç olunması, yutulması epey zor bir lokma.

Filmin tek eğlendirici yanı, Jane Doe'nun akıllara kazınmayı hakeden repliği:
"Silahlara inanmam, kendime güvenirim!.."

3/10

Pazar, Eylül 23, 2007

Film: The Dark Crystal (1982)

The Dark Crystal (1982)
Y: Frank Oz, Jim Henson

Mevzu, filmin başında anıldığı üzre, başka bir gezegen, başka bir zamanda geçiyor. Burada da Yüzüklerin Efendisi gibi çeşitli ırklar mevcut: Akbaba benzeri menfur ırk skeksistler, katıksız iyiliği temsil eden beli-bükük mistikler, skeksistler tarafından soykırıma uğradıkları düşünülen hobbitvari ufak-tefek gelflingler, skeksistler tarafından yaşamlarının özsuyu çekilmek suretiyle bilinçsiz birer köle haline getirilen podlingler...
1000 yıl kadar evvel, bu gezegeni evirip çevirme kudretine sahip olan dev kristalin bir
parçasının kırılması ile karanlık bir çağ başlamış, kristal ve dolayısıyla gezegenin yönetimi skeksistlere geçmiştir. Kehanete göre, tam da o zamanlar, gezegeni aydınlatan üç güneşin bir hizaya girmesi ile, gezegen yeni bir sınavdan geçecektir: Ya kristalin kopan parçası bir gelfling tarafından yerine konarak karanlık çağ sona erecek, ya da sonsuza dek skeksistler hüküm sürecek.
Dolayısıyla hikayenin bir ölçüde Firavun-Musa efsanesinden beslendiğini düşünmek yanlış olmaz.
Ama filmin asıl anımsattığı şey bu efsaneden ziyade, Yüzüklerin Efendisi. Zira ufak - tefek bir ırka mensup olan Jen, kristali skeksistlerin elindeki şatoya götürme görevi ile, yüzük taşıyıcısı Frodo'yu akla getiriyor. Skeksistlerin onu aramak için dört bir yana yaydıkları kristal arayıcısı dev yarasalar da, nazgul'lere benzemekte. Biraz daha zorlarsak; hedefteki dev kristalin üzerinde yükseldiği ateş kuyusunu mordor'daki benzerine, Aughra'yı Gandalf'e, mabeyinci skeksist'i gollum'a da benzetiriz ki, hiç gerek yok...
Küçük Korku Dükkanı ve Stepford Wives'ın yönetmeni Frank Oz'un ilk filmi, her nasılsa unutulmuş bir küçük fantastik edebiyat şaheseri. Bir ölçüde bildik sularda yüzse de, izleyiciyi tatmin etmeyi başarıyor. Görselliği iyi, hayalgücü yerinde; gezegenin doğal atmosferi, ilginç ilginç hayvan ve bitki türleri, seyir zevki veriyor.
Bulabilenlere öneririm.
7/10

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Film: The Screaming Skull (1958)

The Screaming Skull (1958)
Y: Alex Nicol

"Bu filmin ana temasını korku oluşturmaktadır."

İsmi Çığlık Atan Kafatası olan bir film için şaşırtıcı değil tabii; yine de film için bu açılış cümlesini uygun görmüşler. Bu kadarla da kalmıyor, korkudan ölürsek cenaze masraflarını karşılamayı da taahhüt ediyor yapımcılar. Bu açıklamanın ardından kapağı açılan bir tabutta da "Reserved for you" yazısını görüyorsunuz. Aman ne hoş...

Konu şöyle: Eric, ilk eşi Mariam'in bir kazaya kurban gitmesinden sonra, Mariam'den miras kalan malikaneye, bir başka zengin kadını, Jenni'yi eş olarak getirir. Jenni psikolojik bir hastalık geçirmiş biridir; nitekim malikanede kısa sürede dehşet verici sahnelere tanık olduğunda hastalığının nüksedip halüsinasyonlar gördüğünden şüphelenir.

Dehşet verici sahne derken, ama uçarak, ama yuvarlanarak insana yaklaşıp bağıran bir kafatasından başka pek birşey yok. Gerçi filmin adı da bu: Screaming Skull; ne bekliyordum ki?

Ecnebilerin "too bad, almost good" dedikleri türden. Kesinlikle izlenmeli.

Salı, Ağustos 07, 2007

Film: The Abandoned (2006)

The Abandoned (2006)
Y: Nacho Cerdà

AfterDark HorrorFest dvd'lerine devam... Abandoned, "8 films to die for" seçkisinden bulabildiklerimin şimdilik sonuncusu. Seri hakkında detaylı bilgiyi http://www.horrorfestonline.com/ adresinden alabilirsiniz.

Abandoned, tanımadığı ailesinin köklerini Rusya'da ararken, cehennemin tam ortasına düşen Anastasia'nın öyküsü. Büyüdüğü evi Rusya'nın ücra köşelerinde ararken, tekinsiz bir mekanda gece vakti yalnız kalıyor. Zira eşlikçisi olan arkadaşta bir stalker karizması olsa da, maçası sıkmadığı için kaçıp gidiyor.

Terkedilmiş evin bulunduğu ormanlık arazinin tek giriş (ve dolayısıyla kaçış) yolu bir köprüdür; yani bir Evil Dead mekanı diyebiliriz. Allahtan Rusya'da insanlara tecavüz eden ağaçlar yetişmiyor. Ama zombi gırla. Bir şey yaptıkları da yok; hiç olmazsa Romero'nun zombileri gibi yamyamlık etseler! Zombilerin fasulyeden oldukları hatun kişimizin gözünden de kaçmıyor: İnsan kendisine tıpatıp benzeyen bir zombiye bu kadar mı duyarsız olur yahu... Bizimki zombileri gördüğü gibi bir-iki bağırıp hemen kadın-rambo havalarına giriyor.

Bu terkedilmiş eve kendisi ile aynı amaçlarla gelen, ikiz kardeşi olduğunu orada öğrendiği Nikolai ile Anastasia, annelerinin kurban gittiği, kendilerinin kurtulduğu bir cinayetin ikinci perdesinin müstakbel kurbanları olduklarını anlamakta gecikmiyorlar.

Cerdà ilk uzun metrajlı filminde ürkütücü bir hava yaratmayı bilmiş, ama biri ona senaryo yazmaktan vazgeçmesini söylese daha iyi olur...

3 / 10

Film: Haunting Sarah (2005)

Haunting Sarah (2005)
Y: Ralph Hemecker

Erica, kızı Sarah, ikiz kardeşi Heather, cibiliyetsiz kocası Edgar ve siyahi hizmetçisi Rosie'den mütevellit bir kadro var filmimizde. Filmin Türkçe başlığında (Sarah ile David) adı anılan David ise Heather'ın ölmüş oğlu; nitekim yandaki resimde gölge karakter olarak görülüyor.

David'in ölümünden sonra Sarah, kuzeninin sesini duymakta, onunla iletişim kurmakta devam ettiğini iddia etmektedir. Kendisine inanan ilk kişi Rosie olur; zaten bu tür batıl inançları olan roller de hep siyahi oyunculara verilir. Rasyonel ve modern sarışın, batıl inançları olan siyahi hizmetçi olayı. Tersini yapsalar inandırıcı olmaz mıydı acep; ne saçma değil mi?

Zamanla David'in dünyaya geri dönmek için Sarah'ya asalaklık ettiği, annesi Heather'ın da arka çıktığı; Erica'nın yeni doğacak bebeğine David'in ruhu için göz koymaları derken, kişiler bu mücadelede saflarını alırlar.

Haunting Sarah, Lisa Grunwald'ın New Year's Eve adlı romanından uyarlanmış bir TV filmi. Bir hayalet hikayesi gibi izlenebilir; ama film bitip de biraz düşündüğünüzde, asla gerçeküstü bir şey ile karşılaşmadığınızı anlıyorsunuz. Bunu takdir ettim; filmin dramatik kurgusuna yakışır bir tavır bu. Ailenin, belki de hiç vuku bulmamış, Sarah'nın kuruntularından ibaret bir hayali kabullenip girdikleri mücadele, ikiz kardeşlerin arasında yaşanan bir çekişme olarak da izlenebilir. Ne de olsa kardeşlerin mutlu olanı evli, sağlıklı bir kız çocuğa sahip, üstelik ikincisine hamile iken, mutsuz olanı, muhtemelen dul, çocuğunu kaybetmiş ve doğurganlığını yitirmiş durumdadır.

Bu şekilde bir alt metne sahip olduğu düşünüldüğünde, asla boş bir film değil, ama daha iyi olabilirdi.

6 / 10

Perşembe, Ağustos 02, 2007

Film: Carrie (2002)

Carrie (2002)
Y: David Carson
Yazar: Stephen King

Evet, Brian De Palma'nın Carrie'si değil bu. Carrie'yi Sissy Spacek değil, Angela Bettis oynuyor. Bir TV filmi olduğu için süresi de uzunca. Böylelikle De Palma'nın filmine göre romana daha sadık kalabilmiş David Carson.

Remake'lerin makus talihi, orijinalleri ile bolca karşılaştırılmaları; ama ben orijinalini izleyeli yıllar olduğu için pek bir fikrim yok. Bu yeni Carrie'nin, Angela Bettis tarafından hakkıyla canlandırıldığını söyleyeyim. Gerçi elleri gergin vaziyette ve titrer durumda ekranda epey bir süre gözüktüğünden, film de ziyadesiyle uzun olduğundan biraz kabak tadı veriyor; ama sonuçta Carrie portresine yakışmış Bettis.

Öyküyü çoğunuz bilirsiniz: ergenlik dönemine biraz geç de olsa geçirdiği ilk adet kanaması ile giren, sınıfın dışlanmış garibanı Carrie, hem annesinin köktenci dindarlığından, hem de kendisiyle sürekli eğlenen okul çevresinden, telekinetik güçleri ile bir kıyamet sahnesi yaratarak intikamını alır. Nokta.

Romanı okumuş veya ilk filmi izlemişseniz, öykünün bu kadar basit olduğunu zaten biliyorsunuz demektir. Hele uzun bir TV filminde Carrie'nin Hulk'a dönüşmesini bekleyerek oyalanmak açıkçası biraz zor. Yine de Carrie'nin denetlenemez gücünün açığa çıkıp, muhtemelen işyerindeki dongozlarla veya eski sevgilinizle özdeşleştirdiğiniz kurban kitlesinin çil yavrusu gibi kaçışmasını izlemek eğlenceli olabiliyor.

4/10

Film: Que la bête meure (1969)

Que la bête meure (1969)
aka: This Man Must Die, The Beast Must Die
Y: Claude Chabrol Yazar: Nicholas Blake

Bizde pek bilinmese de, polisiyenin altın çağının önemli isimlerindendir, Nicholas Blake. Chabrol'ün bu filmine kaynaklık eden The Beast Must Die ise, tüm zamanların en iyi 100 polisiyesinden biri olarak kabul görmüştür.
Blake, Cecil Day-Lewis isimli bir İngiliz şairinin cinai romanlar yazmak için kullanmış olduğu takma isimdi. Şahsını tanımasak da oğlunu biliyoruz: Daniel Day-Lewis.

IMDB'deki bir yorumda, filmin öyküsünün Highsmith'i andırdığı söyleniyor: başkahramanla birlikte planlanmış bir cinayete doğru adım adım ilerliyoruz. Bu gerçekten Highsmith romanlarına yakışacak türden bir öykü. Ama zaten Nicholas Blake'in Highsmith ile tek benzerliği bu değil. Yazarın 58 tarihli A penknife in my heart, Highsmith'in Trendeki Yabancılar'ına tesadüf olamayacak kadar çok benziyordu. Ne var ki yazar, kitabı okumayıp, Hitchcock'un filmini de izlemediğini iddia etmişti.

Filmin başında oğluna çarpıp kaçan şoförü öldürme yemini eden Charles Thenier, biraz da tesadüf eseri, şoförü bulup, bir şekilde dost çevresine girmeyi de başarıyor. Oğlunu öldüren Paul Decourt, bir burjuva çevresine mensup, ancak başkalarının da nefretini haketmiş biridir. Decourt'un oğlu da, Charles ile aynı hayali paylaşmaktadır: Babasını öldürmek.

Chabrol, burjuva çevrelerinde geçen bu tür konulara zaten yabancı değil. Romanı okumadım, ama Chabrol'ün filmi, yönetmenin izlediğim filmleri arasında en iyilerden biri diyebilirim.

8 / 10

Film: Blood And Lace (1971)


Blood And Lace (1971)
Y: Philip S. Gilbert

Freddy Krueger'e esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir film. Eh, bunda da çizgili değilse bile kareli siyah-kırmızı tişörtü olan bir katil var; yüzü yanmış durumda ve öykünün asli karakteri olan hatun kızımızın kabuslarında yer ediyor.
Bu kız, Ellie, kasabanın fahişesinin kızıdır; annesi çekiçle öldürülmek suretiyle feci şekilde can vermiştir. Öldürüldüğü esnada müşterisi olan adamcağız da çekiç darbelerine maruz kalmakla beraber, ölüp ölmediği film boyunca pek belli değildir.
Katil cinayetleri işlemekle yetinmeyip bir de evi yakmış; zavallı Ellie kızımız, pek de sağlam pabuç olmayan bir hükümet gözcüsünün denetimi altında, yine pek tekin olmayan bir kimsesizler yurduna bırakılır.
Film boyunca twist, yani dönüşler oldukça fazla. Esasen bu ufak tefek sürprizler haricinde filmin vaadedeceği fazla bir malzemesi yok. Yine de dönemine göre orijinal olabilmesi, çekildiği yıldan bir on sene sonra başlayacak bir 13. Cuma, Elm Sokağı, bilemediniz Halloween gibi serilere benzer bir yapıda olması vb. açılardan seyre değer.

4 / 10