Pazar, Ekim 28, 2007

McBride: Anybody Here Murder Marty? (2005)

McBride: Anybody Here Murder Marty? (2005)
(McBride: Aranızda Marty'yi Öldüren Var mı?)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

Bu bölüm Tune in for Murder'a kurbanın kimliği açısından ziyadesiyle benziyor. Bu sefer bir radyo stüdyosu değil, TV stüdyosundayız. Kurban yine konuklarını rezil ederek prim yapan bir sunucu. Yine tehdit eden biri var, ancak bu sefer küçük düşürülmüş olan bir konuk bu. O günkü programında sevgilisi tarafından en yakın arkadaşı ile boynuzlandığı ifşa edilen genç cinayet yerinde eli kanlı vaziyette yakayı ele verince onu temize çıkarmak da McBride'a düşüyor.

Tabii McBride müvekkilini kurtarırken katili yakalamayı da ihmal etmiyor. İşin içerisinden haklılığı da su götürmez bir intikam öyküsü çıkıyor. Katil de filmde gördüğümüz karakterlerden biri; yani klasik polisiyenin olmazsa olmazlarına da ters düşmeyen bir hafiyelik faaliyetini izliyoruz.

McBride gerçekten, modern CSI benzeri suç dizilerinden sıyrılıp, klasik polisiyeye yakın duran senaryoları ile ilgiyi hakediyor.

6/10

McBride: Tune in for Murder (2005)


McBride: Tune in for Murder (2005)
(McBride: Cinayet Tonu)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

Efendim bu sefer bir radyo spikeri öldürülmüştür. Öldürülen spiker, bizim Okan Bayülgen gibi, arayanları aşağılamak gibi bir mizah üreten, her ne hikmetse kitlelerin de arayıp rezil olmaktan vazgeçmedikleri biridir. Sadece işi gereği değil, özel hayatında da kimsenin sevmeyeceği türden ukela bir şahsiyet olan Ron öldürüldüğünde, tam da o gün kendisini tehdit etmiş olan program ortağı Bob'tan şüphelenilir. Nitekim Bob, cinayetten hemen evvel Ron'un evine gitmiş, polise de oradan kaçarken yakalanmıştır.

McBride zor davaları sevdiği için işi alır. Ron'un ölümünde Bob'a düzenlenen komployu açığa çıkarmaya da muvaffak olur.

Öykü ilk başlarda Akba Polisiye Serisinin ilk romanı olan, R.L. Goldman'ın Mikrofonda Cinayet'ini hatırlattı bana. Ama gizemin çözümü Goldman'den ziyade Agatha Christie'yi çağrıştırıyor. İşin içinde bir şantajın olması, bir çok Christie polisiyesindeki gibi, McBride serisinde de cinayet sebebi olarak sıkça kullanılan bir yöntem.

Kısıtlı sayıda şüpheli şahıs, her birinin cinayet için bir sebebi varmış gibi görünmesi; McBride senaryosuna gerçek bir klasik polisiye roman havası veriyor. Başarılı...

7/10

McBride: The Chameleon Murder (2005)











McBride: The Chameleon Murder (2005)
(McBride: Cinayet)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

McBride serilerinin bu ikinci bölümü, ilkine göre biraz daha zayıf kalıyor. Bu sefer kurban üç ayrı yerde üç ayrı evlilik yapmış olan, esrarengiz bir kadın. Kadın gece bir kocasının evinden bir başkasınınkine giderken arabasında boğularak öldürülüyor; suçlu olarak da o gece arabasına aldığı otostopçu genç erkek hastabakıcı tutuklanıyor. Bu genç, çalıştığı hastanede herkesçe sevilen yufka yürekli bir şahsiyettir; iş arkadaşlarından biri de onun katil olduğuna inanamadığı için eski tanışı McBride'ı devreye sokar.
McBride'ı epey güç bir dava beklemektedir; zira kadının el çantası, içindeki paralarla birlikte gencin evinde, parmakizleri de arabanın içinde bulunmuştur. Ama çözüm zannedildiği kadar güç olmaz; katilin de mesleği icabı yakayı bu kadar basitçe ele vermesi inandırıcılıktan uzak kaçar.

4/10

McBride: Murder Past Midnight (2005)


McBride: Murder Past Midnight (2005)
Y: Kevin Connor
O: John Larroquette, Marta DuBois, Matt Lutz

Hallmark'ın McBride filmlerinin ilki sanıyorum. Serinin Perry Mason TV dizisine çok şey borçlu olduğu söyleniyor. McBride serisi hakikaten Erle Stanley Gardner'ın meşhur avukatını anımsatıyor. Sanırım esas benzerlik, McBride'ın savunma avukatı olduğu halde detektif gibi çalışması; müvekkillerinin masumiyetini kanıtlarken aynı zamanda gerçek suçluyu da adalete teslim etmesi.
McBride pekala Perry Mason'ı aratmayacak, belki daha da sevimli bir karakter. Yardımcısı Phil Newberry de sevimli bir genç; ama elbette Della Street'in yerini tutmaz!..

Bu ilk bölümde McBride, yardımcısı Phil ile henüz tanışmamış durumda. Zehirlenerek komaya giren yaşlı Craig Harriman'ın genç ve güzel hanımı Claire zan altındadır. Claire'i savcılıkça atanan genç avukat Phil Newberry davayı oldukça başarısız bir şekilde ele alır. Yaşlı zenginin mirasına konmak üzre onu öldürmeye teşebbüs eden genç seksi kadın klişesine herkes inanıyor olsa gerek ki; jüride 12 kişi Claire'i suçlu bulmakta tereddüt etmez. Jüriye çağrılmış olan McBride ise ikna olmamıştır; dolayısıyla dava sonuçsuz kalır.

Dava tekrar açıldığında bu sefer avukat McBride'dır; Phil Newberry de savcılıktan istifa edip kendisini işe alması için McBride'ı ikna eder. Beraberce olayın gizemini yavaş yavaş çözerler.

7/10

Jane Doe: The Harder They Fall (2006)


Jane Doe: The Harder They Fall (2006)
(Jane Doe: Zor Yıkım)
Y: Lea Thompson
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses

Jane Doe'yu oynayan Lea Thompson, bu bölümle birlikte yönetmenlik koltuğunu da devralmış. İlk yönetmenlik denemesi. Serinin de görece eli-yüzü düzgün bölümlerinden biri. Bunun için senaristi kutlamak lazım.

Bir şirketin kötü üne sahip patronu, Melville Horning, yatından denize düştüğünde, onu korumakla görevli eski CSA ajanı Jim Monroe, olay esnasında sarhoş olduğu öne sürülerek işten atılır. Monroe CSA'den de içki bağımlılığı yüzünden atıldığı için kimse bunu garip karşılamaz; hatta eşi tarafından da terkedilir. Melville Horning güya bu tatsız kazadan kurtulmuş; ancak 2 gün sonra (yine boğularak) öldüğü ilan edilir. Monroe bu işin içinde iş olduğunun farkındadır; zira bu iki gün içerisinde Horning'in ortakları şirketteki paylarını satarak haksız kâr elde etmişlerdir. Eski patronu Frank Darnell'den yardım ister; o da elbette Doe'dan...

5 / 10

Film: Jane Doe: The Wrong Face (2005)

Jane Doe: The Wrong Face (2005)
(Jane Doe: Yanlış Yüz)
Y: Mark Griffiths
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses

Yanlış Yüz'e serinin zayıf halkalarından biri desek; diğer halkaların güçlü olduğu yanılgısını verir diye korkuyorum. Diğer bölümler vasat, bu hakikaten kötü diyelim.
Yanlış Yüz'de Yüz kadar Yanlışlık vardır kesin. Bir savcı, bir uyuşturucu dağıtım şebekesinin liderini içeri almış; ancak yüz gerdirme ameliyatından sonra taburcu edilmek üzre olan karısı kaçırılıp kendisine şantaj yapıldığı için, kötü adamlara pabuç bırakıp davayı düşürme noktasına gelmiş.
Olay CSA'e, CSA de kırtasiye işi dışında birşey beceremiyor olsa gerek ki, oradan da bizim Jane Doe'ya aksediyor. Neden bu dava, resmen şantaja maruz kalan savcıdan alınıp başkasına verilmiyor, belirsiz. Savcının karısının kaçırılması da komik: Yerine nedense birini koyuyorlar; nasılsa yüzü sarılı ya... O da kaçmak için nedense bir eve getirilip yüzü açılana dek bekliyor; kaçışı heyecanlı olsun hesabı.
Neyse bizim Jane Doe, kimseden izin almadan kurdun inine giriyor ki, yüreğimiz sıkışsın; son andaki başarı daha bir değerli hale gelsin.

Safsata, ama daha kötüsünü de gördüm. O yüzden:
2/10

Pazartesi, Ekim 15, 2007

Film: Jane Doe: Til Death Do Us Part (2005)


Jane Doe: Til Death Do Us Part (2005)
(Jane Doe: Ölüm Bizi Ayırana Dek)
Y: Armand Mastroianni
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses


Azılı bir İtalyan-Amerikan mafya babası, işlediği cinayeti örgütünden birinin ispiyonlaması üzerine Frank Darnell tarafından yakalanıp hapse atılıyor. Jane Doe filmlerinde genelde alışık olduğumuz üzre, çarpıcı bir giriş: adamın hapisten kurtulma planı... Yani senaryo yine başarılı bir girişle açılıyor; ama maalesef öykünün gidişi aynı başarıya ulaşamıyor.
Doe bu sefer hapisten kaçan Angelini'nin peşine düşüyor. Biraz fazlaca şanslı olmasının, biraz da burnunun dikine giden ukala yaradılışının faydasını görüyor, elbette mutlu sona ulaşıyor. Serinin bu bölümünde, Jane Doe'nun kocasının sandığımız kadar saftirik olmadığını görüyoruz. Bir oyuncak şirketinde bulmaca yapımından görevli sandığı karısını, oyuncak şirketinin patronu sandığı Darnell ile bir arada görünce azıcık ayıkıyor; dolayısıyla öyküye bir de yan-öykü katacak şekilde mızıkmaya başlıyor.
Bu arada Angelini'nin çevresinde, kendisini ispiyonlamaya aday bir çok kişi olduğunu öğreniyoruz; bu bölümün temel bilmecesi de kimin ispiyoncu olduğu zaten. Angelini, herkesin umduğu şekilde ülkeden sıvışmayı erteleyip intikam peşinde koşuyor; finale hava katacak godfather jestlerinin de altından kalkmayı biliyor.
Öykü bir ölçüde sürükleyici, kamera çekimleri bir parça daha göze hoş görünecek cinsten. Lunaparkta öldürülen muhbir mesela...
Jane Doe her zamanki kadar itici; Lea Thompson'ı bu rolü için kutlamak lazım.
4/10

Film: Jane Doe: Now You See It, Now You Don't (2005)

Jane Doe: Now You See It, Now You Don't (2005)
(Jane Doe: Bir Varmış, Bir Yokmuş)
Y: Armand Mastroianni
O: Lea Thompson, Joe Penny, William R. Moses


Şimdi efendim, Hallmark Channel'ın "Jane Doe" diye bir TV filmleri serisi var. Bu Jane Doe, Amerika'nın CSA, yani Central Security Agency'nin Los Angeles departmanında vakt-i zamanında ajanlık yapmış olan Cathy Davis'in takma ismi. Esasen kimliği belirsiz ölü kadınlar için kullanılan bir terim bu. Aynı kimliği belirsiz ölü erkekler için kullanılan "John Doe" gibi.

Buy Cathy Davis, aynı zamanda CSA'in esas adamı Frank Darnell'in de sevgilisi iken, her nasılsa hem adamdan, hem örgütten ayrılıp Jack Davis ile dünya evine girip, üstüne de iki çocuk (biri kız biri erkek) peydahlıyor; Amerikan sit-com'larını aratmayacak mutlu bir aile yuvasına kavuşuyor. Yine de içindeki bilmece çözme merakını yenemeyip, ara ara Darnell'in yardımına koşuyor.

Koskoca CSA, başı her sıkıştığında bu itici derecede özgüvenli kadını yardıma çağırıyor; kadın da her seferinde CSA'in burnunu b.ktan kurtarıyor, egosu şişim şişim şişiyor. Her nasılsa bütün bunlar esnasında kocası ve çocukları birşeyden de şüphelenmiyorlar.

Bu bölümde, ABD bağımsızlık bildirgesi çalınıyor, Frank Darnell bizim hatunu arıyor, Jane Doe da buluyor.

Filmin başı epey vaatkar: sergilenmek üzre Los Angeles müzesine getirilen bildirge, güvenlik görevlilerinin gözleri önünde birden kayıplara karışıyor. Yani bir impossible-crime havası var; hakkını yememek lazım. Ama öykü kolayca çözülüp, basit bir soyguna dönüşünce, filmimizin ne de olsa bir TV polisiyesi olduğunu hatırlıyoruz; üstelik Jane Doe karakterine katlanmak da kolay değil.

Koskoca Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi kaybolup da, örgütten ayrılmış ve sabahları çocuklarına kahvaltı hazırlamak, akşamüstleri de onları okuldan almak zorunda olan bir kadına muhtaç olunması, yutulması epey zor bir lokma.

Filmin tek eğlendirici yanı, Jane Doe'nun akıllara kazınmayı hakeden repliği:
"Silahlara inanmam, kendime güvenirim!.."

3/10

Pazar, Eylül 23, 2007

Film: The Dark Crystal (1982)

The Dark Crystal (1982)
Y: Frank Oz, Jim Henson

Mevzu, filmin başında anıldığı üzre, başka bir gezegen, başka bir zamanda geçiyor. Burada da Yüzüklerin Efendisi gibi çeşitli ırklar mevcut: Akbaba benzeri menfur ırk skeksistler, katıksız iyiliği temsil eden beli-bükük mistikler, skeksistler tarafından soykırıma uğradıkları düşünülen hobbitvari ufak-tefek gelflingler, skeksistler tarafından yaşamlarının özsuyu çekilmek suretiyle bilinçsiz birer köle haline getirilen podlingler...
1000 yıl kadar evvel, bu gezegeni evirip çevirme kudretine sahip olan dev kristalin bir
parçasının kırılması ile karanlık bir çağ başlamış, kristal ve dolayısıyla gezegenin yönetimi skeksistlere geçmiştir. Kehanete göre, tam da o zamanlar, gezegeni aydınlatan üç güneşin bir hizaya girmesi ile, gezegen yeni bir sınavdan geçecektir: Ya kristalin kopan parçası bir gelfling tarafından yerine konarak karanlık çağ sona erecek, ya da sonsuza dek skeksistler hüküm sürecek.
Dolayısıyla hikayenin bir ölçüde Firavun-Musa efsanesinden beslendiğini düşünmek yanlış olmaz.
Ama filmin asıl anımsattığı şey bu efsaneden ziyade, Yüzüklerin Efendisi. Zira ufak - tefek bir ırka mensup olan Jen, kristali skeksistlerin elindeki şatoya götürme görevi ile, yüzük taşıyıcısı Frodo'yu akla getiriyor. Skeksistlerin onu aramak için dört bir yana yaydıkları kristal arayıcısı dev yarasalar da, nazgul'lere benzemekte. Biraz daha zorlarsak; hedefteki dev kristalin üzerinde yükseldiği ateş kuyusunu mordor'daki benzerine, Aughra'yı Gandalf'e, mabeyinci skeksist'i gollum'a da benzetiriz ki, hiç gerek yok...
Küçük Korku Dükkanı ve Stepford Wives'ın yönetmeni Frank Oz'un ilk filmi, her nasılsa unutulmuş bir küçük fantastik edebiyat şaheseri. Bir ölçüde bildik sularda yüzse de, izleyiciyi tatmin etmeyi başarıyor. Görselliği iyi, hayalgücü yerinde; gezegenin doğal atmosferi, ilginç ilginç hayvan ve bitki türleri, seyir zevki veriyor.
Bulabilenlere öneririm.
7/10

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Film: The Screaming Skull (1958)

The Screaming Skull (1958)
Y: Alex Nicol

"Bu filmin ana temasını korku oluşturmaktadır."

İsmi Çığlık Atan Kafatası olan bir film için şaşırtıcı değil tabii; yine de film için bu açılış cümlesini uygun görmüşler. Bu kadarla da kalmıyor, korkudan ölürsek cenaze masraflarını karşılamayı da taahhüt ediyor yapımcılar. Bu açıklamanın ardından kapağı açılan bir tabutta da "Reserved for you" yazısını görüyorsunuz. Aman ne hoş...

Konu şöyle: Eric, ilk eşi Mariam'in bir kazaya kurban gitmesinden sonra, Mariam'den miras kalan malikaneye, bir başka zengin kadını, Jenni'yi eş olarak getirir. Jenni psikolojik bir hastalık geçirmiş biridir; nitekim malikanede kısa sürede dehşet verici sahnelere tanık olduğunda hastalığının nüksedip halüsinasyonlar gördüğünden şüphelenir.

Dehşet verici sahne derken, ama uçarak, ama yuvarlanarak insana yaklaşıp bağıran bir kafatasından başka pek birşey yok. Gerçi filmin adı da bu: Screaming Skull; ne bekliyordum ki?

Ecnebilerin "too bad, almost good" dedikleri türden. Kesinlikle izlenmeli.

Salı, Ağustos 07, 2007

Film: The Abandoned (2006)

The Abandoned (2006)
Y: Nacho Cerdà

AfterDark HorrorFest dvd'lerine devam... Abandoned, "8 films to die for" seçkisinden bulabildiklerimin şimdilik sonuncusu. Seri hakkında detaylı bilgiyi http://www.horrorfestonline.com/ adresinden alabilirsiniz.

Abandoned, tanımadığı ailesinin köklerini Rusya'da ararken, cehennemin tam ortasına düşen Anastasia'nın öyküsü. Büyüdüğü evi Rusya'nın ücra köşelerinde ararken, tekinsiz bir mekanda gece vakti yalnız kalıyor. Zira eşlikçisi olan arkadaşta bir stalker karizması olsa da, maçası sıkmadığı için kaçıp gidiyor.

Terkedilmiş evin bulunduğu ormanlık arazinin tek giriş (ve dolayısıyla kaçış) yolu bir köprüdür; yani bir Evil Dead mekanı diyebiliriz. Allahtan Rusya'da insanlara tecavüz eden ağaçlar yetişmiyor. Ama zombi gırla. Bir şey yaptıkları da yok; hiç olmazsa Romero'nun zombileri gibi yamyamlık etseler! Zombilerin fasulyeden oldukları hatun kişimizin gözünden de kaçmıyor: İnsan kendisine tıpatıp benzeyen bir zombiye bu kadar mı duyarsız olur yahu... Bizimki zombileri gördüğü gibi bir-iki bağırıp hemen kadın-rambo havalarına giriyor.

Bu terkedilmiş eve kendisi ile aynı amaçlarla gelen, ikiz kardeşi olduğunu orada öğrendiği Nikolai ile Anastasia, annelerinin kurban gittiği, kendilerinin kurtulduğu bir cinayetin ikinci perdesinin müstakbel kurbanları olduklarını anlamakta gecikmiyorlar.

Cerdà ilk uzun metrajlı filminde ürkütücü bir hava yaratmayı bilmiş, ama biri ona senaryo yazmaktan vazgeçmesini söylese daha iyi olur...

3 / 10

Film: Haunting Sarah (2005)

Haunting Sarah (2005)
Y: Ralph Hemecker

Erica, kızı Sarah, ikiz kardeşi Heather, cibiliyetsiz kocası Edgar ve siyahi hizmetçisi Rosie'den mütevellit bir kadro var filmimizde. Filmin Türkçe başlığında (Sarah ile David) adı anılan David ise Heather'ın ölmüş oğlu; nitekim yandaki resimde gölge karakter olarak görülüyor.

David'in ölümünden sonra Sarah, kuzeninin sesini duymakta, onunla iletişim kurmakta devam ettiğini iddia etmektedir. Kendisine inanan ilk kişi Rosie olur; zaten bu tür batıl inançları olan roller de hep siyahi oyunculara verilir. Rasyonel ve modern sarışın, batıl inançları olan siyahi hizmetçi olayı. Tersini yapsalar inandırıcı olmaz mıydı acep; ne saçma değil mi?

Zamanla David'in dünyaya geri dönmek için Sarah'ya asalaklık ettiği, annesi Heather'ın da arka çıktığı; Erica'nın yeni doğacak bebeğine David'in ruhu için göz koymaları derken, kişiler bu mücadelede saflarını alırlar.

Haunting Sarah, Lisa Grunwald'ın New Year's Eve adlı romanından uyarlanmış bir TV filmi. Bir hayalet hikayesi gibi izlenebilir; ama film bitip de biraz düşündüğünüzde, asla gerçeküstü bir şey ile karşılaşmadığınızı anlıyorsunuz. Bunu takdir ettim; filmin dramatik kurgusuna yakışır bir tavır bu. Ailenin, belki de hiç vuku bulmamış, Sarah'nın kuruntularından ibaret bir hayali kabullenip girdikleri mücadele, ikiz kardeşlerin arasında yaşanan bir çekişme olarak da izlenebilir. Ne de olsa kardeşlerin mutlu olanı evli, sağlıklı bir kız çocuğa sahip, üstelik ikincisine hamile iken, mutsuz olanı, muhtemelen dul, çocuğunu kaybetmiş ve doğurganlığını yitirmiş durumdadır.

Bu şekilde bir alt metne sahip olduğu düşünüldüğünde, asla boş bir film değil, ama daha iyi olabilirdi.

6 / 10

Perşembe, Ağustos 02, 2007

Film: Carrie (2002)

Carrie (2002)
Y: David Carson
Yazar: Stephen King

Evet, Brian De Palma'nın Carrie'si değil bu. Carrie'yi Sissy Spacek değil, Angela Bettis oynuyor. Bir TV filmi olduğu için süresi de uzunca. Böylelikle De Palma'nın filmine göre romana daha sadık kalabilmiş David Carson.

Remake'lerin makus talihi, orijinalleri ile bolca karşılaştırılmaları; ama ben orijinalini izleyeli yıllar olduğu için pek bir fikrim yok. Bu yeni Carrie'nin, Angela Bettis tarafından hakkıyla canlandırıldığını söyleyeyim. Gerçi elleri gergin vaziyette ve titrer durumda ekranda epey bir süre gözüktüğünden, film de ziyadesiyle uzun olduğundan biraz kabak tadı veriyor; ama sonuçta Carrie portresine yakışmış Bettis.

Öyküyü çoğunuz bilirsiniz: ergenlik dönemine biraz geç de olsa geçirdiği ilk adet kanaması ile giren, sınıfın dışlanmış garibanı Carrie, hem annesinin köktenci dindarlığından, hem de kendisiyle sürekli eğlenen okul çevresinden, telekinetik güçleri ile bir kıyamet sahnesi yaratarak intikamını alır. Nokta.

Romanı okumuş veya ilk filmi izlemişseniz, öykünün bu kadar basit olduğunu zaten biliyorsunuz demektir. Hele uzun bir TV filminde Carrie'nin Hulk'a dönüşmesini bekleyerek oyalanmak açıkçası biraz zor. Yine de Carrie'nin denetlenemez gücünün açığa çıkıp, muhtemelen işyerindeki dongozlarla veya eski sevgilinizle özdeşleştirdiğiniz kurban kitlesinin çil yavrusu gibi kaçışmasını izlemek eğlenceli olabiliyor.

4/10

Film: Que la bête meure (1969)

Que la bête meure (1969)
aka: This Man Must Die, The Beast Must Die
Y: Claude Chabrol Yazar: Nicholas Blake

Bizde pek bilinmese de, polisiyenin altın çağının önemli isimlerindendir, Nicholas Blake. Chabrol'ün bu filmine kaynaklık eden The Beast Must Die ise, tüm zamanların en iyi 100 polisiyesinden biri olarak kabul görmüştür.
Blake, Cecil Day-Lewis isimli bir İngiliz şairinin cinai romanlar yazmak için kullanmış olduğu takma isimdi. Şahsını tanımasak da oğlunu biliyoruz: Daniel Day-Lewis.

IMDB'deki bir yorumda, filmin öyküsünün Highsmith'i andırdığı söyleniyor: başkahramanla birlikte planlanmış bir cinayete doğru adım adım ilerliyoruz. Bu gerçekten Highsmith romanlarına yakışacak türden bir öykü. Ama zaten Nicholas Blake'in Highsmith ile tek benzerliği bu değil. Yazarın 58 tarihli A penknife in my heart, Highsmith'in Trendeki Yabancılar'ına tesadüf olamayacak kadar çok benziyordu. Ne var ki yazar, kitabı okumayıp, Hitchcock'un filmini de izlemediğini iddia etmişti.

Filmin başında oğluna çarpıp kaçan şoförü öldürme yemini eden Charles Thenier, biraz da tesadüf eseri, şoförü bulup, bir şekilde dost çevresine girmeyi de başarıyor. Oğlunu öldüren Paul Decourt, bir burjuva çevresine mensup, ancak başkalarının da nefretini haketmiş biridir. Decourt'un oğlu da, Charles ile aynı hayali paylaşmaktadır: Babasını öldürmek.

Chabrol, burjuva çevrelerinde geçen bu tür konulara zaten yabancı değil. Romanı okumadım, ama Chabrol'ün filmi, yönetmenin izlediğim filmleri arasında en iyilerden biri diyebilirim.

8 / 10

Film: Blood And Lace (1971)


Blood And Lace (1971)
Y: Philip S. Gilbert

Freddy Krueger'e esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir film. Eh, bunda da çizgili değilse bile kareli siyah-kırmızı tişörtü olan bir katil var; yüzü yanmış durumda ve öykünün asli karakteri olan hatun kızımızın kabuslarında yer ediyor.
Bu kız, Ellie, kasabanın fahişesinin kızıdır; annesi çekiçle öldürülmek suretiyle feci şekilde can vermiştir. Öldürüldüğü esnada müşterisi olan adamcağız da çekiç darbelerine maruz kalmakla beraber, ölüp ölmediği film boyunca pek belli değildir.
Katil cinayetleri işlemekle yetinmeyip bir de evi yakmış; zavallı Ellie kızımız, pek de sağlam pabuç olmayan bir hükümet gözcüsünün denetimi altında, yine pek tekin olmayan bir kimsesizler yurduna bırakılır.
Film boyunca twist, yani dönüşler oldukça fazla. Esasen bu ufak tefek sürprizler haricinde filmin vaadedeceği fazla bir malzemesi yok. Yine de dönemine göre orijinal olabilmesi, çekildiği yıldan bir on sene sonra başlayacak bir 13. Cuma, Elm Sokağı, bilemediniz Halloween gibi serilere benzer bir yapıda olması vb. açılardan seyre değer.

4 / 10

Pazar, Temmuz 29, 2007

Film: The Night of the Hunter (1955)



The Night of the Hunter (1955)Y: Charles Laughton O: Robert Mitchum, Shelley Winters

Zengin dullarla evlenip öldürmek suretiyle servetini artıran rahip Harry Powell, hapishanede idama mahkum edilmiş hücre arkadaşı Ben Harper'ın, banka soygunundan elde ettiği ganimetin yerini asla açığa vurmadığını öğrenir. Hapisten çıkınca kısa sürede, hücre arkadaşının köyüne gider, köktenci vaazları ile köy sakinlerinin güvenini kazanıp Harper'ın dul karısı ile evlenir.

Ganimetin yerini bilen sadece Harper'ın oğlu ve kızıdır. İki kardeş, annelerini de öldüren üvey babalarına karşı umutsuz bir kavgaya girişirler.

Çocukların gerçek niyetlerini anlayıp da, bir türlü kimseyi inandıramamaları, gerilimin temelini oluşturuyor. Özellikle erkek olanın tepkileri, bir üvey babayı kabullenememesi olarak yorumlandığı için çocuklar korumasız kalıyorlar. Anneleri olayın farkına vardığında ölüm fermanını imzalamış oluyor; çocuklar da zorlu bir kaçış serüvenine sürükleniyor..

Night of the hunter, imdb'deki puanına göre ilk 250 film sıralamasında yer bulmuş bir suspense başyapıtı. Robert Mitchum, Harry Powell rolünde epey başarılı. Çocuk oyuncular da kesinlikle başrollerinin hakkını veriyorlar. Ünlü aktör Charles Laughton, ilk ve maalesef tek yönetmenlik deneyimi ile hatırlanacak bir film çekmiş.

8 / 10

Film: Bubba Ho-tep (2002)


Bubba Ho-tep (2002)
Y: Don Coscarelli O: Bruce Campbell

Bu film için pek çok şey söylenebilir, ama sıradan olduğunu kimse iddia edemez. Bir bakın hele:

Elvis ölmemiş, ancak bir huzurevinde hastalıklı vaziyette son demlerini yaşamaktadır. Yan odada kalan zenci kendisinin Kennedy olduğunu ve bir komplo sonucu orada bulunduğunu iddia etmektedir. (Komplocular, kimse tanımasın diye bütün vücudunu siyaha boyamışlar.) Elvis, JFK ile birlikte, huzurevinin huzurunu kaçıran ruh-emici mumya Bubba Ho-tep ile ölümüne bir savaşa girişir.

Nasıl?

Filmin referansları en azından benim için epey sağlam:
- Evil Dead serisinin usta oyuncusu Bruce Campbell Elvis'i oynuyor bir kere!
- Film, Joe R. Lansdale'in bir öyküsünden uyarlanmış. Lansdale, bizim pek bilmediğimiz, ama Batman çizgiroman senaristliği, polisiye, fantastik ve korku türündeki yapıtları ile ünlenmiş bir Martial-Arts uzmanı.
- Son olarak, benim merak edip de bir türlü edinemediğim Phantasm serisi yönetmeni Coscarelli'nin elinden çıkma olduğunu ekleyelim.

Bruce Campbell'e yakışır şekilde, korku - mizah oranı iyi tutturulmuş bir film. Son senelerin en yakışıklı fantastik korku filmi.

9 / 10

Film: Thinner (1996)

Thinner (1996)
Y: Tom Holland O: Robert John Burke
Yazar: Stephen King

Thinner, "Falcı" ismi ile dilimizde yayınlanan aynı isimli Stephen King romanından, eli yüzü düzgün bir uyarlama.

Başarılı avukat Billy Halleck, kilo sorunu olan, mutlu bir birliktelik yürüttüğü karısının desteği ile denediği birçok diyette başarısızlığa uğramış biri. Bir gün direksiyon başındaki ihmali ile yaşlı bir çingene kadının ölümüne sebep olduğunda, tanınmış bir avukat olması soruşturmadan kolayca sıyrılmasını sağlar. Ama çingene kadının kocası tarafından başlatılan lanetten değil.

Soruşturmada avukatın suçunu örtbas edenler de birer birer, benzeri lanetlerin kurbanı olurlar. Halleck, her geçen an müthiş bir hızla zayıflamasına yol açan lanetten kurtulmak için çingeneye savaş açar.

Thinner, daha önce dediğim gibi eli-yüzü düzgün Stephen King uyarlamalarından biri. Belki bir çingene laneti hikayesine uyacak bir atmosferden yoksun denebilir; ama olay örgüsünün eksiği, fazlası yok. Öykü son sahnelere kadar sürpriz dönüşler içerebiliyor, her an bir sonrakini tahmin etmeniz mümkün olmayabiliyor. Böylece, iç sıkan bir atmosfere, ani çıkışlara, gore, klostrofobik ortamlar vs. etkenlere ihtiyaç duymadan, rahatlıkla izlenebilen bir korku filmi (belki sadece aksiyon?) olmayı başarıyor.

6 / 10

Film: Kiss Me Deadly (1955)

Kiss Me Deadly (1955)
Y: Robert Aldrich O: Ralph Meeker

Sert adamımız Mike Hammer, yanlış yer ve zamanda bulunmasından ötürü belalı bir işin içinde buluyor kendisini. Arabasına alıp, nedense bir de kolladığı Christina, Hammer'ın tahmin bile edemeyeceği bir sırrın sahibidir; bu yüzden de işkence edilip öldürülür.
Hammer işin peşini bırakmaz. Nihayetinde adeta "Indiana Jones & the Lost Ark" benzeri bir Pandora'nın Kutusu öyküsüne varacak olan bu ilginç öykü, finaline dek tipik bir film-noir gibi gelişiyor.
Hal böyleyken, fantastik bir finale kavuşan film, nasıl başarıyorsa bu finali de izleyiciyi zorlamadan taşımayı başarıyor.
Belki Spillane'i değil ama, Film-Noir'i tanımak ve sevebilmek için iyi bir seçim.

6/10

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

Film: The Howling (1981)

The Howling (1981)
Y: Joe Dante

Bir seri katilin kurbanı olmaktan zor kurtulan başarılı TV spikeri Karen White, doktorunun önerisi ile ormanlık bir alanda yerleşik bir kamp niteliğindeki rehabilitasyon merkezine gider. Aslında kampın sakinleri tuhaf bir koloninin üyeleri gibi davranmaktadır. Çok geçmeden Karen, yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunun farkına varır.

Joe Dante'yi, Gremlinler ve Piranha'nın yönetmeni olmasından dolayı zaten yakından tanıyoruz. Bu, Piranha'dan hemen sonra , Gremlinler'den hemen önce çektiği, ilk dönem filmlerinden.

Howling, birçok başarısız devam filminden oluşan bir seriyi başlattı. Kurt-Adam filmlerinin çoğunda rastlanmayan, akıcı bir senaryoya sahip. Kurt-Adama dönüşme sahneleri genelde bu tür filmlerin sınıfta kaldığı kısımlardır; ama bunda gayet başarılı. Ateşin kenarındaki kurt-adam sevişme sahnesi de filmin türe orijinal bir katkısı.

Joe Dante'nin üstadı, Efsanevi korku yönetmeni Roger Corman'ın filmde ufak bir rolü olduğunu not düşelim.



6 / 10

Film: Night of the Demon (1957)



Night of the Demon (1957)
Y: Jacques Tourneur

Dr. Holden, Julian Karswell liderliğindeki, tarikatın doğaüstü inançlarını çürütmek üzre bir sempozyum düzenleyecektir. Uçaktan indiğinde, sempozyum lideri Harrington'ın bir cinayete kurban gittiğini öğrenir. Karswell intikamını eski bir laneti kullanarak almaya başlamıştır.
Kısa süre sonra Holden'ın eline, Harrington'ı ölüme sürükleyen lanetin bir benzeri, eski bir parşömen geçer. Parşömen üzerinde runik semboller vardır; bu semboller dev bir canavarı davet eden bir büyüdür. Dr. Holden'ın skeptik inançları kısa sürede çöküyor, ancak Holden duruma uyum sağlamasını bilerek işin içinden sıyrılmayı da başarıyor.

M.R. James'in (1862-1936) bir öyküsünden uyarlanmış bu film. (Acaba James'in hayalet/korku öyküleri dilimize çevrilmiş olabilir mi?)

Siyah beyaz, tedirgin edici sahneleri, gölgelerin kullanımı ile iyi kotarılmış "Night of the Demon" Konusu basit, ama tatminkar. Dönemin doğaüstü korku filmlerinin birçoğunda bu "canavar" sahneleri çok ilkel gözükür, ama bunda epey başarılı olduklarını söyleyebilirim. Canavarın filmde gözükmesini istemeyen yönetmen, yapımcının baskısıyla canavarı izleyiciye göstermek zorunda kalsa da, filmin suspense atmosferini bozmadan kotarıyor bunu.

Korku filmlerinin meraklıları için unutulmuş bir başyapıt...

8 / 10

Film: The Vampire Lovers (1970)


The Vampire Lovers (1970)
Y: Roy Ward Baker O: Ingrid Pitt, Peter Cushing

Hammer klasiklerinden biri değilse de, son dönem Hammer filmlerinin iyilerinden. Peter Cushing'in kısa bir rolü de var, ama filmi esas kurtaran Ingrid Pitt.
Pitt, lezbiyen vampir Marcilla rolünde. Hasta birini ziyarete giden Kontes annesi tarafından, General von Spielsdorf'un (Cushing) evine ricaen misafir olarak bırakılan Marcilla, zamanla çevredeki ölümler ve generalin kızı Laura'nın güçsüz, solgun (ve kansız!) düşmesi nedeniyle vampir avcısı Baron von Hartog'un hedefi haline gelir.

Filmin önemi, 70'lerin cinsel istismar filmleri ile, daha eskilere dayanan vampir filmlerini ilk kez bu filmde (sanıyorum) bir araya getirmeleri. Dolayısıyla daha sonra epey yapımcıya para kazandıracak "lezbiyen vampir" türüne kaynaklık eden film bu.

Bir başka artı puan, Sheridan Le Fanu'nun Carmilla romanından uyarlanması olabilir. Ancak bütün bunlar, filmin daha eski Hammer korku filmlerini aratmasını engellemiyor.

İlle peşine düşmek gerekmez, ama karşılaşıldığında izlenip keyif alınabilir.

5 / 10

Film: Forbidden Planet (1956)

Forbidden Planet (1956)
Y: Fred M. Wilcox O: Walter Pidgeon, Anne Francis, Leslie Nielsen

50'lerin "quintessential" bilimkurgu filmi. Romantizm, komedi, gizem formülü yerinde; bir bilimkurgu altın çağ yapıtı.

Çağlar öncesinde, hayal edemeyeceğimiz bir teknolojiyi üretmiş, ürettiği teknolojinin kurbanı olmuş bir ırktan, Krell ırkından geriye kalanlar; bir grup insanın anlama ve hükmetme hırslarına alet oluyor. Bu üstün teknoloji aynı tehlikeyi yeniden ortaya çıkarıyor.

Yani bir mesajı var; tüketim / teknolojik ve siyasi hırsımıza bir gönderme var. Bir Krell ırkı örneği var; IQ'nun fetiş haline gelmesi var; bütün bunların yanında, babası dışında bir dünyalı ile hiç tanışmamış olan, masumiyetin simgesi bir güzel de eksik değil.

Leslie Nielsen yanıltmasın; ilk rollerinden birinde ve bu film bir Leslie-Nielsen-Filmi değil. Parodi filan sanmıştım, değil. Hatta bir robot filmi dense yeridir; filmdeki (ve afişteki) Robby, sinema tarihinin meşhur robotlarından imiş; filmdeki rolü de hatırı sayılır düzeyde.

Filmi berbat diye niteleyenlerin sayısı da az değil; ama bilimkurgu izleyicisinin atlamaması gereken bir klasik.

8 / 10

Film: The Brain That Wouldn't Die (1962)

The Brain That Wouldn't Die (1962)
Y: Joseph Green
Bir Dr. Frankenstein denemesi. Ölümü yenmek değilse de, vücuttaki her organın nakledilebilmesi ütopyasına kendini kaptırmış, çılgın bir bilim adamı var karşımızda.
Çeşitli başarısız deneylerinden sonra, yeni geliştirdiğ
i "organ nakli enzimini" (her ne haltsa), kötü bir kaza sonrası ancak kafasını kurtarıp canlı tutabildiği kız arkadaşına uygulamak zorundadır. Kızın kafasının bir tas sıvı içerisinde "beni öldürüüüün, öldürün beniiii" yakarışlarına kulak asmaksızın, sevgilisi için yeni bir vücut arayışına girişir. Tabii bir cinayet işlemek sureti ile...

Benzer kendini-tanrı-sayan-densiz-bilimadamı filmleri arasında pek parlak örneklerden biri değil. B-tipi filmleri meraklılarına yine de cazip gelebilir tabii.

4 / 10

Film: Ib Melchior Bilimkurguları

Ib Melchior Bilimkurguları
The Angry Red Planet (1960) - The Time Travelers (1964)

Dün ve bugün Ib Melchior'un iki B-sınıfı bilimkurgu filmini izledim: The Angry Red Planet (1960) ve The Time Travelers (1964)

Eski, nahif, düşük bütçeli bilimkurgulardan hoşlanıyorsanız, Digiturk MGM Movies kanalında ara ara gösterilen bu filmleri şiddetle öneririm.

The Angry Red Planet, Mars'a ilk kez gönderilen insanlı uzay aracındaki ekibin macerasını anlatıyor. İki erkek, bir kadın bilimadamı, bir pilot, ve bir teknisyen. Ekip, abuk subuk ışıklı paneller, voltaj göstergeleri, manyetik teyp cihazları ile süslü mekiklerinde abuk subuk (güya bilimsel) konuşmalar eşliğinde Mars'a varırlar. Çeşitli ne idüğü belirsiz yaratıklarla cebelleştikten sonra bir de Marslılardan fırça yiyip dünyaya dönerler. Tabii hepsi değil: birbirine aşık olan kadın
bilimadamı ile pilot kurtulur sadece.

The Time Travelers'da yine benzer bir ekip, (iki erkek bir kadın bilimadamı ve bir teknisyen) dünyanın farklı zamanlarından görüntüler veren bir ekran üzerinde çalışmaktadır. Zamanı geleceğe ayarlarlar, ve ilginç bir şekilde ekran bir geçite
dönüşür: es kaza zaman makinası icat etmişlerdir! Ancak zaman makinası icat etmiş olmaları, bir grup budala oldukları geerçeğini değiştirmez: ardısıra geçitten geçerler ve kendilerini post-apokaliptik bir dünyada türlü belanın içinde bulurlar.
Red Planet'ta uzay giysisinin üstüne ufacık siyah deri çantalı kadın astronota, Time Travelers'da ise gelecekteki android fabrikasına gülmekten bittim.
Angry Red Planet'taki dev örümceğin, Misfits'in "Walk Among Us" LP'sinin kapağını süslediğini de belirteyim.




Artık böyle güzel filmler çekmiyorlar!..

Film: The Hamiltons (2006)


The Hamiltons (2006)
Y: The Butcher Brothers

The Hamiltons, http://www.horrorfestonline.com/ adresinde detaylı bilgi alabileceğiniz, 8 filmlik bir Horror Fest seçkisinden (8 films to die for) biri.


Anne - babalarını kaybetmiş, 4 kardeşten mütevellit bir amerikan ailesi ile karşı karşıyayız. En gençleri Francis'in gözünden izliyoruz öyküyü. Kısa sürede kardeşlerin özellikle Francis'e acımasız davranışları; ardından ailenin toptan seri katil olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Francis'in kardeşlerinin caniliği ile mücadele etmeye karar vereceği anı bekliyoruz. Nitekim Francis bizi yanıltmıyor; ama filmin sonuna saklanan sürprizler de var.

Filmin dehşeti, gündelik Amerikan hayatından hiç de uzak durmadan, pekala yan komşumuz olabilecek bir ailede yaratmayı başarması Butcher Brothers adına bir artı puan. Bir Texas Chainsaw Massacre gösterisi bu; ama çok daha gerçek bir dünyada geçiyor.

Parodi içermeyen, çekinmeden klasik korku filmlerine öykünen; bunun da altından kalkabilen bir film bu.

8 / 10

Film: Unrest (2006)


Unrest (2006)
Y: Jason Todd Ipson

Bir başka After Dark Horrorfest filmi. Hamiltons'dan birkaç gömlek aşağıda.

Aslında ümitvar bir başlangıcı var: Bir grup genç tıp okulunda ilk kadavra çalışmalarını gerçekleştirecekler. Gençlerden biri paranormal becerilere sahip; peşine taktığı bir arkadaşı da var. Profesörleri rasyonel bilim yanlısı; ne güzel, en şık ölüm onunki olacak. Ha, bir de çıldırıp tımarhaneye kapatılmış bir başka genç var, doğal olarak da sırlara büyük ölçüde mazhar. Daha ne beklenebilir ki?

Ama işte birçok filmde tutmuş olan formül bunda işlemiyor. Aztec laneti gereksiz yere filmi bulandırıyor. Filmin sonunda birkaç başarılı gore sahnesi dışında filmin etkisini tamamen üzerinizden atıyorsunuz.

Filmin gerçek cesetler kullanılarak çekildiğini not düşelim.

3 / 10

Film: Wicked Little Things (2006)

Wicked Little Things (2006)
Y: J.S. Cardone


Başta Tobe Hooper tarafından çekileceği duyrulmuş, ancak bu gerçekleşmemiş. Bu da bir After Dark Horrorfest filmi. Bir dul kadın, iki kızı ile beraber kocasından miras kalmış, ama nedense kocasının sağlığında hiç sözünü etmediği, orman içinde bir malikaneye taşınırlar.

Kızlardan teenager olanı çılgın genç arkadaşlar edinmekte zorlanmıyor; belki de ormanlık yerde katledilen gençler klişesine zemin hazırlamak için. Nitekim etrafta ilginç bir dedikodu var; güya eski bir madende işçi olarak çalıştırılırken ölmesine göz yumulan çocuk-zombiler dehşet saçmaktaymış.

Bir de tabii, yalnız yaşayan bir amca var. Bu dedikoduların gerçekliğine yürekten inanmış; başta-korkutucu-gözüken-ama-sonra-kurtarıcı-olan-yarı-deli rolünü üstleniyor. Bir de bu veletlerin ölümünden sorumlu olan bir zengin var ki, vicdan azabı duymadan vahşi öldürülüşünden zevk alalım.

Nitekim hiçbir beklenmedik araz göstermeyen film, kitaptaki her klişeyi başarı ile yerine getirmek suretiyle nihayete eriyor.

Orijinallik aramayıp, beklentiyi de yüksek tutmadıkça, keyif alınabilir.

4 / 10

Film: The Company of Wolves (1984)

The Company of Wolves (1984)
Y: Neil Jordan


We're No Angels, The Crying Game, Interview with the Vampire ve son olarak Breakfast on Pluto ile tanıdığımız Neil Jordan'ın ikinci filmi. Kurt-adam efsanelerini, genç bir kızın ergenlik bunalımıyla, oradan da Kırmızı Başlıklı Kız masalıyla olağanüstü bir biçimde bağlıyor. Bu öyle inandırıcı olmuş ki, tüm kurt-adam folklorünü bu şekilde düşünmek çok doğal geliyor.

Masalsı-düşsel atmosferi ile gore sahnelerin filmin dengesini bozmadan beraberce var olabiliyorlar.

Filmde bir köy var; ormanın kenarında yaşayan yoksul bir köy. Vahşi doğa ile yeri geldiğinde savaşarak varolabilmiş bir köy. Rosaleen köyün fakir ailelerinden birinin kızı. İlkgençliğine adım atmak üzere; babaannesinin ürkütücü öykülerinin etkisinde kalmış bir kız; nihayetinde gerçek bir beyefendi ile karşılaşıyor. Filmin vahşi finaline yaklaştıkça Rosaleen de kendi kaderini çizmek için bir mücadeleye girişiyor.

Kurt-adam filmlerini sevmiyor olabilirsiniz, ama buna bir şans vermenizi hararetle öneririm.

9 / 10

Film: Ladyhawke / 1985

Ladyhawke / 1985
Y: Richard Donner O: Matthew Broderick, Michelle Pfeiffer


Ladyhawke, 80'li yıllardan bir fantastik aşk öyküsü. Öykünün nereye varacağı filan kolayca tahmin edilse de, rahatça izlenen bir film.

Navarre ile Isabau, Isabau'ya uymutsuzca bir aşk ile bağlanan başrahibin "karanlık güçlerle" anlaşarak okuduğu bir lanet ile bağlanmış durumda: Navarre geceleri kurda dönüşürken, Isabau gündüzleri bir şahine dönüşüyor. Navarre lanetin kalkması için başrahibi öldürmek gerektiğini düşünür. Ve bu amacında yardımcı olabilecek olan "Fare" Gaston'u hapisten kaçtığı için kovalayan askerlerden kurtarır.

Filmin görselliğine diyecek yok; ama Alan Parsons'ın müzikleri maalesef *berbat*. Halbuki severim adamı...


Fare Gaston tiplemesi, kaçılamaz denen hapisten kaçmayı başardığı ilk andan itibaren öykünün ana karakterini oluşturuyor. Tanrı'yla diyalogu, uslanmaz hırsız ve yalancı yanı ile sevimli bir karakter. Navarre ve Isabau'nun lanetine tanıklık ediyor. Çiftin kötü kaderlerinin hazırlayıcısı, ömrü pişmanlıkla geçmiş sarhoş rahiple birlikte lanetin bozulmasına çalışıyorlar.

Büyünün yanısıra elbet bir de kılıç var. Bu da demek ki bir "kılıç ve büyü" öyküsü ediyor. Kılıç
Navarre'a soyundan miras kalmış, şanlı bir kılıç. Finalde başrahibin infazı da doğal olarak bu kılıçla gerçekleşiyor.

5 / 10