Pazartesi, Eylül 17, 2012

Voyage to the Bottom of the Sea (1961)

Çekildiği tarih, ismi ve kapağı ile şahsım için son derece vaatkar bir filmdi bu. İzledikten sonra hakkında bir şeyler yazmak zor, nitekim filmi sevip sevmediğime bir türlü karar veremedim.

Resimdeki dvd kapağına yakından bakarsanız "Global Warming Edition" yazdığını göreceksiniz. Küresel ısınma tabirinden epey önce çekilen bir filmi, küresel ısınmayı öngördüğü fikri ile pazarlamaya çalışmışlar, belli ki.

Filmde her nedense dünyayı çevreleyen "Van Allen" kuşağı alev alıyor. Neden alev aldığı meçhul olan bu radyasyon bandının, oksijen olmadan nasıl alev aldığnı sormanın anlamı yok : Filmin olayı o değil.

Jules Verne'e açık bir gönderme var. Müthiş Denizaltı Nautilus'a bir öykünme olduğu gibi, dünyanın anlayamadığı dahi kaptan da tipik bir Verne karakteri.

Filmin gerilimi de bu karakter üzerinde kurulmuş: Amiral Nelson yetmiş derecelere kadar ısınmış olan dünyayı nasıl kurtaracağını iyi bilmektedir. Belirli bir tarihte ve belirli bir yerden atış yaparsa kuşağı vuracak ve dünyayı yok olmaktan kurtaracaktır. Ancak çoğunluk, kuşağın kendiliğinden söneceği, asıl onu vurmaya kalkışılırsa bunun bir felaketle sonuçlanacağı görüşündedir.

Sonuçta Nelson bildiğini okuyacaktır, ancak en yakınlarını da karşısına almak pahasına planını uygulayabilir.

Denizaltı planlanan tarihte planlanan yere ulaşabilmek için mayın tarlası, dev ahtopot gibi çeşitli tehlikeler ile yüzleşecektir.

Dolayısıyla bir serüven için gerekli tüm ögeler bir arada olduğu halde, bunları bir araya getiren sağlam bir mesnet olmadığından, filmi kolay kolay hazmedemiyoruz.

5/10

The Incredible Shrinking Man (1957)

Sırasıyla önce böcek ilacı, sonra da radyasyona maruz kalmak gibi akıl almaz bir sebeple küçülmeye başlayan Scott Carey'in hazin hikayesi.
Giderek küçülen Carey, bilim adamlarının getirebildiği tek çözümün etkisi de kalıcı olmayınca, giderek umutsuz bir mücadeleye dalar.
Şartları ağırlaştıkça hayata daha çok tutunan Carey'in verdiği akıl almaz mücadelenin finalde dini bir aydınlanma ile çözüldüğünü görürüz.
İlk okumada bir macera filmi, ki evin kedisiyle, özellikle de bodrumdaki örümcekle mücadelesi, değme uzay filminin marslılarından kat be kat iyidir!
Az daha kurcalayınca bilim / din ikiliği, en yakınlarından destek görememesi filan var. Karısının abisi ile evi terketmesi manidar.
Finale dönersek, boyu küçüldükçe boyundan büyük laflar etme oranı artan Carey'nin örümcekten nefret etmediğini söylemesi, sonradan korkularından tamamen sıyrılması, Tanrı'nın gözünde yarattıklarının büyüklüğünün hiçbir önemi olmadığına inanışı, konuşmasını, ve filmi de , "I Exist" diye bitirmesi, pratikte bize bir şey katmasa da, filme yakışan tek final olmuş. 
Filmin meşhur afişinin yanıltıcı olması dikkatimi çekti: Örümcek ile mücadelesi öyle kitap ciltleri üzerinden filan değil filmde. Bodrumda, bayat bir ekmek için daha çetin şartlarda bir mücadele izliyoruz.
Yazar Richard Matheson. Senaryo da kendisine ait. Yazarı "Ben, Efsane" ile biliyoruz. Ben, Efsane'yi çoğumuz 2007 yapımı Will Smith'li uyarlamadan biliyor. Bazılarımız aynı romanın Charlton Heston'lu 1971 tarihli uyarlaması The Omega Man'i, hatta Vincent Price'lı 1964 yapımı The Last Man on Earth'ü biliyordur.
Romana gelince, İthaki'nin "Ben, Efsane" isimli baskısından çok evvel, Afif Yesari çevirisi ile Milliyet Kara Dizi'deki yerini almıştı: http://www.cinairoman.com/seriler.php?d=1,16,243&item=12216

8/10

Call of the Blonde Goddess (1976)

 Yarı çıplak Haiti yerlilerinin kumsaldaki dansı ile açılan film, hepten çıplak bir sürü insanın caz eşliğinde tavuk filan öldürüp dans etmesi ile devam edip, aslında bir de konusu olduğunu farkettiğimiz final bölümü ile sonlanıyor.
Fazla acımasız olduğunun farkındayım, ama ünlü yönetmen Jess Franco'dan izlediğim ilk film, tam bir hayal kırıklığı oldu.

Filmin çok kolayca özetlenebilecek öyküsü şöyle :
Çok da tanımadığı kocasını beyaz atlı prensi olarak addeden Susan, Haiti'ye taşınır. Nemfoman görümcesi Olga ile kısa sürede ortama alışan kızcağız, kocasının yardımcısı Ines'in kendisini davet ettiği Voo Doo ayinlerine katılıp insan öldürdüğüne dair rüyalar görmeye başlar. Zamanla bu cinayetlerin rüya olmadığına, trans halinde cinayetler için kullanıldığına kanaat getirir. Foyası ortaya çıkan kocası ve iş çevresi de çıkarlarına alet ettikleri Voo Doo tayfasının intikamına maruz kalır.

Franco işbu öyküyü üç ayrı filminde işlemiş :
Les cauchemars naissent la nuit (Nightmares come at night) - 1970
Voo Doo Passion ya da Call of the Blonde Goddess - 1976
ve Mil sexos tiene la noche (Night of 1,000 Sexes) - 1984

197 film yönetmiş biri için az bile işlemiş. Dediklerine göre üç filmin en açık saçık olanı bu ikincisi imiş; oysa üçüncü film de ismine bakılırsa aşağı kalır cinsten değil.

Notu 2 verdiysem müziğin hakkını verebilmek  için :


2/10